top of page

10 KASIM

Güncelleme tarihi: 14 Nis 2023


Atatürk, büyük adam, kaç sene önce aramızdan ayrıldı. Acısı, özlemi hala içimizde. Kaç devlet adamına nasip olmuştur acaba ölümünden bunca yıl geçmesine rağmen hala halkı ve milleti tarafından bu kadar sevilmek? Nedir o kişiyi bu kadar özel yapan? En basitinden vefa desem yeridir. Bazıları için vefa bir semt adıdır belki fakat birçok insanın içinde ama az ama çok bu duygu bir şekilde vardır. O yüzdendir ki bunca insan her görüşüyle ve ya yaşam tarzıyla Atatürk’le aynı çizgide olmasa da onun başardığı ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşadıkları için bir vefa duygusu hissederler. Siz bakmayın kimi cahil kimi yarı cahil ya da entellerin atıp tutmalarına. Bizim milletimiz kendisine yapılan iyiliği de kötülüğü de unutmaz. Bazen aklı karışır ama vicdanı ona bir şekilde hatırlatır bu vefayı.

Anıtkabir her yıl ziyaretçi akınına uğrar örneğin. Gerçekte acaba gidenlerin kaçı Atatürk’ün fikirlerini bilir ya da bu fikirlere katılır? Belki okusalar birçoğu ondan ayrı düşüneceklerdir. Fakat onları oraya götüren şey bilgi değildir zaten, hissettikleri sevgidir. Bir aile metaforuyla anlatacak olsak nasıl ki ebeveynlerimizle her zaman anlaşamasak bile onların bizim için emek verdiklerini bilip onlara vefasızlık yapmıyorsak onları büyüğümüz sayıyor, sevip sayıyorsak millet olarak da bu milletin büyüklerinden olan Atatürk’ü de öyle seviyoruz ve sayıyoruz. Soyadı Kanunu çıktığında da bu hislerle ona Atatürk soyadını verip belki de isminden daha çok soyadıyla hatırlıyoruz.

Atatürk kendisine yönelen bu sevgiyi hayatını adayarak çoktan ödedi tabi olarak. O gerektiği noktada kendinden ve kişisel hayatından tavizler verdi. Ülkesi ve milletiyle bütünleşti. Atatürk bizim millet olma bilincimizin bir rol modeli, ilk prototipi oldu. İlkeleri, görüşleri hep bu modele uygun olma çabasının göstergesiydi. Bu öyle bir örnek olma çabası ki insani birçok yönünü bastırmasına sebep olacak kadar milleti için kendinden vazgeçmek durumunda kaldı adeta. Ancak ne hazindir ki gene de ne devrinde ne de bakıldığında günümüzde hala tam olarak anlaşılamadı. İnsanlar onu sevdi belki ama yeteri kadar anlamaya çalışmadı.

Sevilmek elbette bir insanın sahip olmak isteyeceği bir duygu fakat sevilmek kadar insanı mutlu eden bir şey daha var ki o da anlaşılmak. Bence Atatürk de anlaşılmak istiyordu. Vizyonunu, hayalini, gelecekte görmek istediği Türkiye’yi insanlara anlatmak ve onları da bu hayale ortak etmek. Fakat biz onun fikirlerinden çok somut kişiliği ve özel hayatına odaklanmakla yetiniyoruz çoğu zaman. Oysa önemli olan fikirlerdi onun için. Tabi bu benim şahsi gözlemim. Bunu da belirtmezsem belki de birçok insana haksızlık etmiş olurum.

Atatürk’ün özel yaşamı bizi ilgilendirmez tabi ki. Kendi adıma muhtemelen onunla çok farklı karakterlerde olduğumuzu düşünmüşümdür hep. Özel hayatlarımızda karşılaşmış olsak anlaşır mıydık bilemiyorum. Muhtemelen birbirinden çok da hazzetmeyen ama aynı ortamlarda bulunan iki yabancı olurduk. Zira insanların arkadaş ortamlarında ya da “sivil” hayatlarındaki yaşam tarzları, olaylara yaklaşımları ile felsefi ve fikri duruşları çoğu zaman birbiriyle örtüşmez.

Siyasi görüşlerimizle insani ilişkilerimiz de paralel değildir. Bu durumu şahsi olarak birçok kişide gözlemlemişimdir ve halen birçok durumda, kişide gözlemliyorum. Fikri anlamda çok uzağımda olan kişilerle sağlam dostluklar kurabiliyorken kağıt üstünde aynı görüşte olduğum bir çok kişiyi ise sokakta görsem yönümü değiştirecek kadar kendimden uzak hissediyorum. Neyse konumuza dönelim.

Ben Atatürk’ün de benzer durumlar yaşayıp yaşamadığını merak edegelmişimdir. Nutuk adlı eserini okuduğumda da bu merakım kat ve kat arttı. Hissettiği ihanete uğramışlık hissi beni üzdü. Muhtemelen okuyan birçok kişi de bu noktalarda onunla empati kurmuştur. Bu sebeple Nutuk okunmadan önce ihaneti tatmış olmak gerektiğini düşünürüm hep. Henüz hiç ihanete uğramamış , aldatılmamış yalnız hissetmemiş kimselerin – ki bulmak kolay olmayacaktır bir yaştan sonra- Nutuk’u tam olarak anlayabileceklerini düşünmüyorum.

Atatürk’ün mücadelesinin içinde yalnız olduğunu sigaraya, alkole bu sebepten meyilli olduğunu düşünmüşümdür. Bu görüşümü Nutuk’u okuyana kadar hissederdim. Nutuk’u okuduğumdan beri sanki bu hislerimi daha da doğru kabul eder oldum. Belki bilgim arttıkça fikrim değişir ve yeni fikirlerimi de paylaşırım. Nutuk’ta gördüğümü söylediğim şey esasında insanın etrafını çevrelemiş güvensizlik hissiydi. Her arkasını döndüğünde türlü oyunlarla karşılaşma riski, dost görünen ama ayrı ajandası olan onlarca insan ve çıkar grupları öte yandan yüklenen düşmanın dördü beşi. Bu keşmekeşin içinde kalmış bir insanın yalnızlığı ve stresi. Gerçekten de çok zor.

Bu acı günü düşünmeyi sürdürdükçe aklıma hüzünlü şeyler gelmeye devam ediyor. Gerçekleşmemiş hayaller, gidilememiş rotalar. Boşa geçilen günler. Sonra düşünüyorum. Tüm bunların içinde başardığı onca şeyi düşünüyorum. Hüzünlendiğim için kendimden utanıyorum. Utanç, mahcubiyet birbiriyle çarpışıyor. Gençliğe Hitabe ’de verilen görevler içimdeki görev bilincini canlandırıyor. Hisler sönümleniyor. Duygusuz, kararlı bir kişiliğe bürünüyorum. Bir görev adamının sarsılmaz çelik iradesine. Bu anlarda hüzünlüykenkinden daha fazla empati kurduğumu düşünüyorum onunla, Atatürk’le. 10 Kasım daha katlanabilir bir acıya dönüşüyor. Atatürk için üzülmekten ziyade görevimi layıkıyla gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğimin bilinmezliğiyle boğuşuyorum. Üzüldüğüm kişi realist bir idealist olan Atatürk olmuyor. Arkadaşları tarafından yarı yolda bırakılmış memleketinden uzakta kalmış yapayalnız Mustafa Kemal oluyor. Bu öyle bir yalnızlık ki ben de girip dağıtamıyorum zihnimde.


Ö. Şevket Yurtsuz (K.K.)


 
 
 

Comments


Yazı: Blog2_Post
bottom of page